“Otomobil yeni bir tanrısal güçtü. Kutsaldı otomobil. Herkes önünde diz çöküp tapacaktı ona.”
İlya Ehrenburg, Ve İnsan Otomobili Yarattı
Acılar içinde doğar otomobil! Etleri parçalar, gözleri kör eder, akciğerleri yer bitirir, zekâları yok eder. Sonunda büyük kapılardan çıkarak kendisinin varlığından önce “parlak” diye bilinen dünyaya fırlar. Ve anında sahibi olacak adamı o eski iç huzurundan yoksun eder. Leylak ağaçları kurur, tavuklar ve düşseverler korku içinde kaçışırlar.
Otomobil kestirmeden gider. Kısa ve öz: Yayaları ezer. Büyük bir ahırın duvarını dişler ya da sırıta sırıta bir uçurumdan aşağı uçar. Bunların suçu ona yüklenemez. Vicdanı, Bay Citroen’in vicdanı kadar temizdir. O. yazgısının gereklerini yerine getirmektedir: Onun yazgısında dünyayı ortadan kaldırmak vardır.(1)
İlya Ehrenburg, “belgesel” anlatısı ‘Ve İnsan Otomobili Yarattı’da “atsız fayton”un dünyayı adım adım ele geçirişini, hatta “ortadan kaldırışını” anlatır. Başlangıçta herkesin alayla dudak büktüğü, o gürültülü motorunun elbette susacağını, nihayetinde bir çift beygir olmadan sokaklarda salınamayacağını düşündüğü otomobilin dünyayı ele geçireceğini kim bilebilirdi ki?
Patron Priest elbette.
William Faulkner’ın ölmeden önce yazdığı son romanı ‘Çapulcular’ın(2) anlatıcısı, 11 yaşındaki Lucius Priest’in dedesi Patron Priest. “Makine çağına ömrü boyunca namlu gibi sert ve kararlı bir biçimde karşı koymasına, hatta varlığını tanımayı reddetmesine rağmen, … kâbusvari bir önseziyle” Amerika’nın “muazzam ve sınırsız geleceğinin temel ekonomi ve refah biriminin dört tekerli ve motorlu, küçük ve seri üretim bir kabin olacağı” Patron Priest’e malum olmuştur. Faulkner’ın kurgusal coğrafyası Yoknapatawpha Bölgesi’nin en eski bankasının başkanı olan Patron Priest, tümüyle karşı olduğu, küçümsediği otomobili Albay Santoris’in inadına alır ve o günden sonra Priest’in çalışanlarından Boon Hogganbeck, “kaba saba ve masum yüreğinde bir bakirin aşkını” duyumsamaya başlar. Garajda –”araba ahırı”na garaj denildiği, 1904 yılında Mississippililerin malumudur– yatmaya bırakılan Winton Flyer, Boon’un arzu nesnesidir artık.
Patron Priest’in siyah arabacısı Ned McCaslin’in, otomobile karşı horgörü dolu lakaytlığı Boon’un işine gelmiştir. Gece gündüz otomobilini yıkamak ve cilalamakla uğraşır, baştan çıkardığı aile üyelerini otomobille gezintiye çıkarır. Çocuklar ve köpekler, yollarda tek tük geçen otomobilleri görmek için çitlere ve yol kenarlarına dizilmekte, Amerikan taşrası değişimin bu gürültücü habercisiyle endişeye gömülmektedir.
LANDO’DAN OTOMOBİLE ARZU NESNELERİ
Otomobil Ehrenburg’un dediği gibi dünyayı ortadan kaldırmasa da onu değiştirmeye ant içmiş gibidir. “Avrupa yollarında, o gezginlerin ve kara korsanlarının arşınladığı yüzyıllık yollarda otomobiller” yarışmaktadır artık. Dünya hızlanmıştır, yaşam hızlanmıştır. Ve on dokuzuncu yüzyıl Osmanlısında zavallı Bihruz’u(3) baştan çıkaran, bütün hayatını bir yanılsamanın peşinde tüketmesine neden olan, terli ve yorgun atların çektiği lando, Boon için Winton Flyer’dır. Üstelik Boon, sergüzeştine henüz on bir yaşındaki Lucius’u da ortak edecek; Ned de burun kıvırdığı makineyle bir maceraya atılmaktan geri durmayacaktır.
Bildungsromanlar kahramanın “seçim”i üzerine kuruludur. Yetişkinliğe adım atılırken yapılan seçim, karakteri de kaderi de belirleyecektir. Lucius da bu pikaresk öykü içinde seçim yapmak zorundadır. Otomobil tarafından baştan çıkartılıp ayaktakımıyla girdiği bu macerada sınıfsal ayrıcalığının öğrettiği Erdem kavramını defalarca sorgulamak zorunda kalacaktır.
Bütün aile bir cenaze için dört günlüğüne Jefferson’dan ayrılacaktır. Bu dört gün Lucius’un büyüdüğü, ortaçağ alegorilerinin o büyük harfle yazılan Erdem ve Erdemsizlik kavramları arasında seçim yaptığı, kendini ayaktakımının geleceksizliğine bıraktığı bir zaman dilimidir. Lucius öyküsünü anlatırken baştan çıkışını da gerekçelendirmeye çalışır:
İnsanların tümüyle kötü zamanlardan veya tamamen kötü bir kuşaktan söz ettiğini duymuşsundur veya nasıl olsa duyacaksın. Öyle şeyler yok aslında. Tarihte hiçbir çağ veya insanlığın hiçbir kuşağı belli bir anda tüm havayı içine çekemeyeceği gibi belli bir anın erdemsizliğini de tamamıyla içinde barındırabilecek kadar büyük değildi, değildir ve olmayacaktır; tek yapabilecekleri o anı yaşarken mümkün olduğunca az kirlenmeyi ummaktır. Çünkü ne yazık ki erdem, erdemsizlik gibi kendi başının çaresine bakmaz – muhtemelen bakamaz. Bakamaz çünkü kendini erdeme adayanların tek ödülü, soğuk, kokudan ve tattan yoksun erdemdir; buna kıyasla günahın ve hazzın ödülleri ışıl ışıldır fakat yanı sıra her zaman tetikte ve öngörülü olma becerisini –o inanılmaz, eşsiz yaratıcılık ve hayal gücü kapasitesini– de kazandırır ve bu beceriyle bebekliğin sarsak adımları bile istikrarla ve kararlılıkla zevk ve sefa yoluna yönlenir.
Erdem, Dante’nin Cennet’i gibi insanı can sıkıntısından öldürecek bir dünyadan ötesini vaat etmekten yoksundur. Dört günlük başıboşlukta, Lucius’un, ailesinin öngördüğü biçimde geçireceği hayat, “içlerinde namuslu hayatlar yaşandığının bilincinde olan”(4) evlerde, akşamları bir masanın etrafında oturup Tanrı’ya verdiği nimetler için şükretmekten ibarettir. Oysa Boon’un teklifi başka diyarlarda geçirilebilecek zevk ve sefa dolu günleri vadetmektedir. Zira Ehrenburg’un da dediği gibi otomobilin tekerlekleri altında anayurt yok olmuştur. Uzak yakındır artık. Dünyanın kazandığı hız, Lucius’un bir sonraki günü düşünmesine engel olmuş, Erdem de ters ve nankörce bir muamele görmüştür.
Boon, Lucius’u ailenin olmadığı bu dört günde Memphis’e gitmeye ikna eder. “Tanrı yoksa her şey mübahtır” günleridir. Faulkner üst sınıftan bir ergeni, yirminci yüzyılın hemen başında, tanrısız ve babasız, çapulcuların eline bırakarak bildungsromana ironik bir selam verir gibidir.
Yolcuları siyah bir arabacı, otomobille ilk bakışta aşk yaşayan Boon ve on bir yaşındaki Lucius olan otomobilin ilk durağı en az Erdem kadar alegori kokmaktadır: Cehennem Deresi!
Bütün kurumuna rağmen otomobil Cehennem Deresi’ndeki bataklığı geçemeyecek kadar toydur. Bu yüzden Çapulcular, bataklığın başını tutan adama katırlarıyla arabayı çamur çukurundan çıkarması için altı dolar öderler. Otomobil, banker Priest’in kokusunu pek güzel aldığı gibi yeni bir çağ başlatmıştır. Cehennem Deresi’nin başını tutan adam, Amerika’nın girişimci ruhunun temsilcisidir. Tabii Cehennem Deresi de Lucius’un Erdem’i geride bıraktığı yolculuğun başı.
Bu pikaresk roman, Erdem’in pek de uğramayacağı bir yere, geneleve demir atar. Ned arabayı bir katırla takas etmiştir. Şimdi Çapulcuların yapması gereken şey, evren tanrısına tekrar kavuşuncaya kadar katırı yarışa sokup kazanmak ve arabayı geri almaktır. Bu yolda yardımcıları da vardır çünkü Lucius’un dediği gibi, “kendini erdemsizliğe adadığın anda tüm kırlardan sana yardım edecek gönüllüler fışkırmaya başla[maktadı]r.” Fahişelerden; geneleve görgü öğrenmek üzere getirilmiş hırsız ve ayyaş ergen Otis’ten; fahişelerle yatmak için kırk takla atıp birbirleriyle dövüşen erkeklerden; “kanunsuz” kanun adamlarından mürekkep bir güruh Lucius’un erdemsizliğini desteklemek üzere maceraya katılırlar.
Genelev jargonunu bilemeyecek kadar saf ve temizdir Lucius. Defalarca “aşna fişne”nin anlamını sorar. Şövalye ahlakıyla korumaya çalıştığı bir fahişe yüzünden bıçaklanır. Neler gelmez ki başına! İyiliğiyle kalbini çaldığı fahişenin aşkıyla romansı tadar. Yine de hep eve dönmek ister. Erdem’e:
Çünkü asıl istediğim eve dönmekti. Annemi istiyordum. Çünkü deneyim için, bilgi ve kültür edinmek için hazır olman gerekir; haberin yokken karanlıkta bir soyguncu veya haydudun sopasını kafana yemek bilgilenmek değildir.
HAYATIN HAZIRLIKSIZ ÖĞRENCİSİ
Elbette hayatta kontrol dışı koşullar olacaktır, onlar da “yaşamanın, devinimin parçasıdır.” Ama her şeyin “zarafetle, itidalle” gelmesi gerekirken, Lucius “kısa sürede çok fazla şeyi kimseden destek almadan” öğrenmek zorunda kalmıştır. Öğrendiklerini koyacak bir yeri, “acısız ve yarasız” kabullenmesini sağlayacak bir “muhafazası”, “kategorileri” yoktur. Otomobilin götürdüğü hayatla baş edecek araçlardan yoksundur Lucius. Bu yüzden hep dönmek ister. Zamanı geri almak, Cehennem Deresi’nden hiç geçmemiş olmak ister. Bunu düşündüğünde de kendine “Neden yapmıyorsun o zaman?” diye sorar. Her şeye son vermek elindeyken neden yapmadığını sorar.
Çok geçti. Belki dün, hâlâ çocukken yapabilirdim ama artık yapamazdım. Çok şey biliyordum, çok şey görmüştüm. Artık çocuk değildim, masumiyeti ve çocukluğu sonsuza dek yitirmiştim, beni ebediyen terk etmişlerdi.
Genelevlerden, tren istasyonlarından, hapishanelerden, karanlık adamların cirit attığı sokaklardan geçerek evine varır Lucius. Otomobil eski yerini almıştır. Patron Priest, bütün aile bıraktığı gibidir. Lucius her şeyin olduğu gibi kalmasına anlam veremez. “Tüm o olanlar hiçbir şeyi değiştirmediyse, hiç olmamış sayılıyorsa –daha küçük, daha büyük, daha yaşlı, daha bilge veya merhametli olan hiçbir şey yoksa– o zaman bir şeyler boşa gitmiş, çöpe atılmış, boşa harcanmış” sayılmaz mı? O dört günlük bir macerada bu kadar değiştiğine göre, her şeyin değişmesi gerekmez miydi? Neden bildungsroman’ın o korkutucu olduğu kadar heyecan verici olan dönüşümüne izin vermemiştir Faulkner?
Kirlendiğini söyleyen torununa sınıfının zamandan ve mekândan azade rafine ahlakını hatırlatan iç rahatlatıcı bir cevap verir Patron Priest: “Bir centilmen her zaman gerekeni yapar. Bir centilmen her şeyi atlatır. Her şeyle yüzleşir. Bir centilmen eylemlerinin sorumluluğunu kabul eder ve sonuçlarının yükünü sırtlanır, olanları başlatan o olmasa bile, olup bitene yalnızca boyun eğmiş, hayır demesi gerektiği halde dememiş olsa bile böyledir bu.”
Lucius anlamıştır dedesinin sözlerindeki hikmeti: “Dış dünya yalnızca yaşadığın, uyuduğun yerdi ve kim olduğunla bağlantısı azdı, hatta ne yaptığınla daha da az bağlantılıydı.” Banker Priest, Çapulcuların elinde biraz hırpalanan Erdem’i tekrar eve almış, sokakla bağını koparmıştır. Her şeyin aynı kalmasını sağlayan iç dünyadır, ruhtur, ya da daha doğru bir deyişle yeni ekonomik sınıfın dört duvar arasında koruduğu ve centilmenlikle ifade ettiği sınıfsal ahlaktır.
Faulkner, dört güne sığdırdığı bu büyüme anlatısında her ne kadar bildungs’un temel öğesi olan dönüşümü reddedip Lucius’u sınıfının aşkın ahlakıyla sarıp sarmalasa, Patron Priest’in ulusun ruhunu ele geçiren makineye dair kehanetini bir kenara bıraksa da, Çapulcular taşra manzaralarının nasıl değiştiğine şahit olmuşlardır. Şehirli çocukların ve köpeklerin bu gürültücü makineye nasıl da ilgisiz baktıklarını, otomobilin yeni hayatın bir parçası olduğunu görmüşlerdir. Bu olağanüstü büyüme öyküsünde, Faulkner kahramanının masum ruhuna kurtuluş için bir şans tanır ama Çapulcular, “Şeytan tırısı” denilen otomobilin, insanı “iç huzuru”ndan sonsuza dek mahrum ettiğinin bilgisiyle dönmüşlerdir evlerine. Lucius’u suçluluk duygusuyla kıvrandıran bilgi de budur zaten. Makinenin gürültüsüyle birlikte insanın içinden yükselen huzursuzluğun sesi tüm dünyayı kuşatmıştır bile.(5)
1. İlya Ehrenburg, Ve İnsan Otomobili Yarattı, Çev. Şemsa Yeğin, İstanbul: Payel Yayınları, 2000.
2. William Faulkner, Çapulcular-Bir Hatırat, çev. Begüm Kovulmaz, İstanbul: YKY, 2024.
3. Recaizade Mahmut Ekrem, Araba Sevdası, Yay. Haz. Hüseyin Alacatlı, İstanbul: Akçağ Yayınları, 2018.
4. James Joyce, “Araby”, Dublinliler, çev. Murat Belge, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.
5. Çapulcular’ın, yönetmenliğini Mark Rydell’ın yaptığı başrolünde Steve McQueen’in oynadığı The Reivers filminin İngiltere’de The Yellow Winton Flyer (Sarı Winton Flyer) olarak bilindiğini ekleyip bir başka sarı arzu nesnesini, Tunç Okan’ın, Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü’nden uyarladığı Sarı Mercedes’i hatırlatalım.